Vedat FETAH Kimdir?

Ege Üniversitesi Bilgi İşlem Daire Başkanlığı bünyesinde kampüs güvenlik sistemleri yöneticisi olarak çalışma hayatıma devam ediyorum. Günlük yaşamda teknoloji ağırlıklı karşılaştığım ve beğendiğim yazıları paylaşmak amacıyla bu bloğu oluşturdum. Umarım birilerinin bilgilenmesini sağlar.

Halen Çalışmakta Olduğum Yer

Halen Ege Üniversitesi Uluslararası Bilgisayar Enstitüsü Binasında Bilgi İşlem Daire Başkanlığın'da çalışmaya devam etmekteyim.

19 Kasım 2025 Çarşamba

Dijital Tsunami: Microsoft Azure, Yarım Milyon Cihazlık Botnet Ordusuyla Nasıl Savaşıyor?



Siber güvenlik dünyasında "büyük" kavramı her geçen gün yeniden tanımlanıyor, ancak Microsoft Azure'un geçtiğimiz günlerde göğüslediği saldırı, tehdidin boyutlarının artık "savaş" terminolojisiyle anlatılması gerektiğini bir kez daha yüzümüze çarptı.

Microsoft, bulut platformu Azure’u hedef alan ve saniyede 1.5 Terabit (Tbps) büyüklüğe ulaşan devasa bir DDoS saldırısını başarıyla savuşturduğunu açıkladı. Ancak bu olayı manşetlere taşıyan sadece saldırının hacmi değil, saldırının arkasındaki "ordu"nun niteliğiydi. Saldırganlar, dünya geneline yayılmış ve ele geçirilmiş 500.000’den fazla IoT cihazı, sunucu ve bilgisayardan oluşan devasa bir botnet ağı kullandı.

Saldırının Anatomisi: Yarım Milyonluk Dijital Zombi

Olayın vahametini anlamak için rakamlara biraz daha yakından bakmak gerekiyor. 1.5 Tbps’lik bir veri trafiği, orta ölçekli bir ülkenin tüm internet altyapısını saniyeler içinde felç edebilecek bir güce eşdeğer. Saldırganlar bu gücü tek bir kaynaktan değil; Rusya, Çin, ABD ve Güney Kore gibi ülkelere dağılmış yüz binlerce enfekte cihaz üzerinden koordine etti.

Bu durum, siber suçluların artık sadece "yazılım" değil, "lojistik" konusunda da ne kadar uzmanlaştığını gösteriyor. Yarım milyon cihazı aynı anda, tek bir hedefe, senkronize bir şekilde saldırtmak, askeri düzeyde bir komuta-kontrol yeteneği gerektirir.

Azure Nasıl Ayakta Kaldı?

Microsoft’un bu dijital tsunamiyi herhangi bir kesinti yaşamadan atlatması ise madalyonun diğer yüzü. Şirket, Azure’un dağıtık mimarisini ve yapay zeka destekli trafik analiz sistemlerini kullanarak, gelen bu devasa yükü "kıyıya vurmadan" okyanusta sönümlemeyi başardı. Saldırı trafiği, meşru kullanıcı trafiğinden ayrıştırılarak "kara deliklere" (blackhole routing) yönlendirildi ve hizmet sürekliliği korundu.

Çıkarılacak Dersler: "Benim Başıma Gelmez" Demeyin

Bu olay, sadece Microsoft gibi devler için değil, dijital varlığı olan her işletme için bir uyarı niteliğinde. Eğer saldırganlar 1.5 Tbps’lik bir gücü mobilize edebiliyorlarsa, standart güvenlik duvarlarının ve geleneksel DDoS koruma yöntemlerinin artık "kağıttan kaplan" hükmünde olduğu bir çağa girmiş bulunuyoruz.

IoT cihazlarının (akıllı kameralar, modemler, buzdolapları) güvenliğinin ne kadar kritik olduğu da bu saldırıyla bir kez daha kanıtlandı. Evinizdeki masum bir güvenlik kamerası, farkında olmadan Microsoft'a saldıran o yarım milyonluk ordunun bir askeri olabilir.

Sonuç olarak; siber uzayda sular durulmuyor, aksine dalgalar giderek yükseliyor. Microsoft bu raundu kazandı, ancak karşı tarafın pes etmeye niyeti olmadığı açık. Dijital kalelerimizi güçlendirmek artık bir tercih değil, hayatta kalma meselesi.

16 Kasım 2025 Pazar

Bölüm 4: Maliyetin Dışsallaştırılması ve Mahremiyet Odaklı Alternatiflerin Reddi


Böylece bu dönüşümün ekonomi-politiğine mercek tutulduğunda, bankaların bu biyometrik ısrarının ardında yatan asıl saikin "güvenlik maksimizasyonu"ndan ziyade "operasyonel maliyet optimizasyonu" olduğu gerçeği tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkmaktadır; zira geleneksel SMS tabanlı doğrulama (OTP) sistemleri, her bir işlem onayında bankaya telekomünikasyon operatörleri üzerinden birim başına bir maliyet yüklerken ve milyonlarca müşterinin günde yaptığı işlem sayısı düşünüldüğünde bu maliyet devasa bilançolara ulaşırken, müşterinin kendi cihazı ve kendi biyometrik verisi üzerinden yapılan doğrulamanın bankaya marjinal maliyeti sıfıra yakındır, yani bankalar aslında güvenlik maliyetini "dışsallaştırarak" (externalization) faturayı müşterinin mahremiyetine ve veri güvenliğine kesmektedirler ki bu da "güvenlik için biyometri şart" söyleminin, kâr maksimizasyonu hedefini gizlemek için kullanılan bir "halkla ilişkiler kalkanı"ndan ibaret olduğunu göstermektedir.

Oysa ki çözüm, insan bedenini bir şifreye dönüştürerek metalaştırmak değil, modern kriptografinin bize sunduğu ve mahremiyeti "tasarım aşamasında" (privacy by design) önceleyen mimarileri benimsemektir; örneğin FIDO2 (Fast Identity Online) standartlarına dayalı donanımsal güvenlik anahtarları (Hardware Security Keys) veya "Public Key Infrastructure" (Açık Anahtar Altyapısı) temelli mobil onay sistemleri, biyometrik verinin merkezi bir sunucuda toplanmasına gerek kalmadan, kullanıcının cihazında yerel olarak (on-device) doğrulama yapmasına olanak tanır ve bu yöntemde sunucuya iletilen tek veri, işlemin yetkili cihazda onaylandığını kanıtlayan matematiksel ve kriptografik bir "imza"dır, yani yüzünüz, parmak iziniz veya sesiniz asla bankanın sunucusuna gitmez, böylece merkezi bir "bal küpü" (honeypot) oluşmaz ve hackerlar bankanın sunucularını ele geçirse bile çalabilecekleri biyometrik bir veri bulamazlar, ancak ne yazık ki finansal otoriteler ve bankalar, "Self-Sovereign Identity" (Öz-Egemen Kimlik) olarak adlandırılan ve kullanıcının kendi dijital kimliğinin tek sahibi olduğu bu merkeziyetsiz modelleri, kendi veri tekellerini ve gözetim güçlerini zayıflatacağı endişesiyle reddetmekte ve bunun yerine "rahatlık" maskesi altında bizi sürekli izlenebilir kılan merkezi biyometrik gözetim ağlarını örmeye devam etmektedirler.

Üstelik, "Zero-Knowledge Proofs" (Sıfır Bilgi İspatları) gibi devrimsel teknolojilerin var olduğu bir çağda, bir işlemin yetkili kişi tarafından yapıldığını kanıtlamak için o kişinin kim olduğuna dair hassas verileri ifşa etmeye gerek dahi yoktur; matematiksel olarak "Benim ben olduğumu, sana kim olduğumu göstermeden kanıtlayabilirim" prensibine dayanan bu protokoller, hem güvenliği %100 sağlarken hem de mahremiyeti mutlak surette koruyabilirken, bankaların ısrarla "veriyi bana ver, ben saklayayım" (custodial approach) yaklaşımında diretmesi, amacın sadece işlem güvenliği olmadığını, asıl amacın "Big Data" (Büyük Veri) havuzlarını besleyerek müşteri davranışlarını, biyolojik tepkilerini ve yaşam döngülerini profillemek olduğunu düşündürmektedir ki bu da bizi "Gözetim Kapitalizmi" (Surveillance Capitalism) kavramının tam kalbine götürür; burada kullanıcı artık müşteri değil, davranışsal verisi sağılan bir "kaynak"tır ve biyometrik doğrulama, bu kaynağa doğrudan erişim sağlayan en güçlü sondaj borusudur.

Halbuki, bir IBAN transferinin güvenliği için gereken tek şey "işlem iradesinin" beyanıdır ve bu beyan, biyolojik bir kanıtla değil, "bilgi" (şifre) ve "sahiplik" (telefon/token) unsurlarının birleşimiyle pekala sağlanabilir; dolayısıyla biyometrik verinin zorunlu tutulması, "orantılılık ilkesi"nin ihlalidir ve Anayasa'nın 20. maddesinde güvence altına alınan "özel hayatın gizliliği" hakkına yönelik, rıza süsü verilmiş sistematik bir saldırıdır çünkü bir insanı, parasını kullanabilmesi için biyolojik mahremiyetinden vazgeçmek zorunda bırakmak, modern zamanların en sinsi "dijital feodalizm" (digital feudalism) örneğidir ve bu sistemde bankalar derebeyi, kullanıcılar ise verileriyle haraç ödeyen serfler konumuna indirgenmektedir ve bu feodal yapının sürdürülebilirliği, bireylerin "gönüllü kulluk" (voluntary servitude) psikolojisine hapsedilmesine ve konfor uğruna özgürlükten feragat etmeyi kanıksayan bir toplumsal rızanın üretilmesine bağlıdır ki bu rıza üretimi, aslında George Orwell'ın distopyalarını bile geride bırakan bir "gözetim normalizasyonu" yaratmaktadır; zira bugün bankacılık uygulamasıyla başlayan yüz tarama alışkanlığı, yarın market alışverişinde, toplu taşımada, sağlık hizmetlerinde ve hatta sokağa çıkma izninde bir ön şarta dönüştüğünde, yani biyometrik verimiz "hayata katılımın" yegane bileti haline geldiğinde, artık geri dönecek bir "analog liman" kalmamış olacaktır ve o gün geldiğinde, yüz verisi çalınmış veya algoritmalar tarafından yanlış etiketlenmiş (örneğin bir suçluyla yanlış eşleşmiş) bir bireyin, kendini aklamak veya sistemin dışına itilmemek için çalacağı hiçbir kapı bulunmayacaktır çünkü muhatabınız bir insan değil, "karar verici" (decision maker) konumuna yükseltilmiş soğuk ve hesap sorulamaz bir yapay zeka olacaktır.

Bu karanlık senaryo bir bilim kurgu değil, Çin'deki "Sosyal Kredi Sistemi" gibi örneklerle halihazırda test edilen bir gerçekliktir ve Batı dünyasında da bankacılık sektörü üzerinden "müşterini tanı" (KYC - Know Your Customer) regülasyonları bahanesiyle adım adım inşa edilmektedir, oysa unuttuğumuz temel hakikat şudur ki insan onuru (human dignity), insanın sayısal bir veriye, bir barkoda veya bir veri setine indirgenemeyecek kadar karmaşık ve mahrem bir özdür ve bu özün, sadece "daha hızlı para transferi" gibi banal ve pragmatik bir gerekçeyle şirketlerin algoritmik insafına terk edilmesi, medeniyetin yüzyıllardır inşa ettiği "mahremiyet" kalesinin içeriden fethedilmesi anlamına gelir.

Son tahlilde, biyometrik doğrulama teknolojilerinin getirdiği riskler, sağladığı marjinal faydaların çok ötesindedir ve bu teknolojinin "kaçınılmaz bir ilerleme" (inevitable progress) olarak sunulması, teknolojik determinizmin en büyük yalanıdır; çünkü teknoloji insana hizmet etmek için vardır, insanı teknolojinin nesnesi haline getirmek için değil ve eğer bir güvenlik sistemi, koruduğu özneyi (insanı) ontolojik olarak tehdit ediyorsa, o sistem güvenlik değil, bir "tehdit mimarisi"dir, dolayısıyla yapılması gereken şey, bu dayatmaya karşı hukuki, toplumsal ve bireysel düzeyde bir "dijital direniş" hattı örmek, bankaların "kolaylık" maskesi altında sunduğu bu zehirli elmayı reddetmek ve verinin, bedenin ve kimliğin mülkiyetinin kayıtsız şartsız bireye ait olduğunu hatırlatmaktır; zira yüzümüz, parmak izimiz ve gözümüz, bize doğanın bahşettiği en son ve en mahrem sığınaktır ve bu sığınağın anahtarını bir kez teslim ettiğimizde, geriye kapısını kilitleyebileceğimiz bir "benlik" kalmayacaktır...


Bölüm 3: Teknolojik İflas ve Sentetik Kimlik Krizi


Ve bu kanıt ekonomik motivasyonun teknolojik altyapısına mercek tutulduğunda karşılaşılan tablo tam anlamıyla distopik bir "Black Mirror" senaryosunu andırmaktadır; zira yapay zeka tabanlı görüntü işleme teknolojilerinin (Computer Vision) ulaştığı korkutucu seviye, bankaların güvenlik duvarı olarak güvendiği "Liveness Detection" (Canlılık Algılama) mekanizmalarını —hani şu ekranda beliren "gözünü kırp, başını sağa çevir, gülümse" gibi komutları— aşılabilir basit birer engele dönüştürmüştür, çünkü Generative Adversarial Networks (GAN) yani "Çekişmeli Üretken Ağlar" olarak bilinen mimari sayesinde, saldırganlar artık kurbanın yüzünü statik bir fotoğraftan alıp, onu hedef banka uygulamasının istediği mimiklere ve hareketlere gerçek zamanlı (real-time) olarak uyarlayabilmekte ve bunu yaparken "Video Feed Injection" (Video Akışı Enjeksiyonu) tekniğini kullanarak telefonun kamerasını devre dışı bırakıp, uygulamanın doğrudan manipüle edilmiş sahte videoyu "gerçek kamera görüntüsü" sanmasını sağlayabilmektedirler ki bu teknik zafiyet, biyometrik güvenliğin "fiziksel mevcudiyet" varsayımını kökünden dinamitlemektedir.

Dahası, ses taklidi (Voice Deepfake) teknolojisindeki ilerlemelerle birlikte, bankaların çağrı merkezlerinde kullandığı "Sesiniz imzanızdır" sloganı da tehlikeli bir tuzağa dönüşmüştür; zira "VALL-E" veya benzeri yapay zeka modelleri, bir kişinin sadece 3 saniyelik ses kaydından yola çıkarak o kişinin ses tonunu, vurgusunu, nefes alış verişini ve hatta duygusal durumunu birebir taklit edebilmekte ve bu sayede telefon bankacılığı üzerinden yapılan işlemlerde sesli onay sistemleri kolaylıkla atlatılabilmektedir, yani biyometrik verinin "taklit edilemezliği" iddiası, teknolojinin bugünkü hızında geçerliliğini yitirmiş arkaik bir efsaneden ibarettir ve bu efsanenin peşinden gitmek, finansal sistemi "Sentetik Kimlik Dolandırıcılığı" (Synthetic Identity Fraud) adı verilen yeni ve çok daha yıkıcı bir suç türüne karşı savunmasız bırakmaktadır.

Meselenin sosyolojik boyutuna gelince, bu teknolojik dayatmanın yarattığı "dijital uçurum" (digital divide) da göz ardı edilemez bir insan hakları ihlalidir; çünkü biyometrik sistemler, doğaları gereği "ideal insan" tipolojisine göre optimize edilmiştir ve bu sistemlerin, parmak izleri zamanla silikleşen yaşlı bireylerde, elleri titreyen Parkinson hastalarında, yüzünde yara izi veya asimetri bulunan kişilerde ya da sadece koyu tenli olduğu için (algoritmik ırkçılık nedeniyle) yüz tanıma sisteminin "düşük ışık hatası" verdiği etnik gruplarda sürekli hata vermesi, finansal sisteme erişimi bir "hak" olmaktan çıkarıp, teknolojik yeterliliğe ve biyolojik kusursuzluğa bağlı bir "ayrıcalık" haline getirmektedir ki bir bankanın, müşterisine parasını transfer edebilmesi için biyolojik olarak "standartlara uygun" olmasını şart koşması, sosyal dışlanmanın (social exclusion) en acımasız biçimidir.

Üstelik bu sistemlerin, sürekli internet bağlantısı, yüksek çözünürlüklü kamera ve güncel işletim sistemi gerektiren akıllı telefonlara (smartphone dependency) bağımlı olması, ekonomik durumu bu cihazları almaya elvermeyen veya teknolojiyi kullanma yetkinliği düşük olan kitleleri sistemin dışına itmekte ve bu durum, finansal kapsayıcılık (financial inclusion) hedefleriyle taban tabana zıt bir pratik oluşturmaktadır; ayrıca tüm bu verilerin, devletlerin ve küresel şirketlerin elinde toplanması, bizi Michel Foucault’nun bahsettiği o modern "Panopticon" hapishanesinin dijital versiyonuna hapsetmektedir çünkü biyometrik verinin merkezileşmesi demek, bireyin sadece finansal hareketlerinin değil, biyolojik varoluşunun da anbean takip edilebilir, profillenebilir ve gerektiğinde "dijital vatandaşlığının" iptal edilebilir hale gelmesi demektir ki bu da mahremiyetin tabutuna çakılan son çivi niteliğindedir ve George Orwell’ın 1984 romanındaki "Tele-ekran"ların yerini, bugün cebimizde kendi rızamızla taşıdığımız ve yüzümüzü taratmadan işlem yapamadığımız bankacılık uygulamaları almıştır...


Bölüm 2: Hukuki Garabet ve Rıza İllüzyonu


Bu görmezden gelişin hukuki düzlemdeki yansıması, bilhassa 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ve Avrupa Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR) prensipleriyle taban tabana zıt bir "hukuki garabet" tablosu ortaya çıkarmaktadır; zira veri koruma hukukunun en temel direği olan "ölçülülük" (proportionality) ilkesi, işlenen verinin amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olmasını emrederken, bankaların basit bir para transferi işlemi —ki bu işlem on yıllardır şifre ile güvenle yapılabilmektedir— için bireyin en hassas nitelikli kişisel verisi sayılan (biyometrik veri, KVKK Md. 6 kapsamında özel nitelikli veridir) yüz veya parmak izini talep etmesi, kanunun ruhuna ve lafzına aykırı bir "veri oburluğu" (data gluttony) teşkil etmektedir, üstelik burada karşımıza çıkan en büyük etik ve hukuki sorun "açık rıza" (explicit consent) kavramının içinin boşaltılmasıdır, çünkü kanun koyucu rızanın "özgür iradeyle" açıklanmasını şart koşar, fakat bir banka müşterisine "Ya yüzünü taratırsın ya da IBAN transferi yapamazsın" şeklinde bir dayatmada bulunduğunda, burada özgür iradeden bahsetmek imkansız hale gelir ve bu durum rızayı "sakatlar", teknik tabiriyle "hizmetin ifasını açık rıza şartına bağlama" yasağının (bundle consent prohibition) fiilen delinmesi anlamına gelir ki vatandaşın finansal sisteme erişim gibi hayati bir ihtiyacını giderebilmesi için biyometrik mahremiyetinden feragat etmek zorunda bırakılması, modern hukuk devletinde kabul edilemez bir "dijital haraç" (digital extortion) mekanizmasıdır.

Dahası, bu verilerin işlenme süreçlerindeki şeffaflık eksikliği, anayasal bir hak olan "bilgi edinme hakkını" da zedelemektedir; bankaların "Aydınlatma Metinleri" genellikle hukukçuların bile zor anladığı, upuzun ve karmaşık paragraflar arasına gizlenmiş muğlak ifadelerle doludur ve kullanıcı o küçücük mobil ekranda "Okudum, Onaylıyorum" kutucuğunu işaretlerken aslında neyi onayladığını, yüz verisinin hangi algoritmalarla (örneğin CNN - Convolutional Neural Networks) işlendiğini, bu veriden elde edilen "hash" kodlarının başka hangi veritabanlarıyla eşleştirildiğini veya bu verilerin yapay zeka eğitim setlerinde (training data) kullanılıp kullanılmadığını asla bilemez, yani ortada "bilgilendirilmiş" bir rıza değil, "mecbur bırakılmış" bir teslimiyet vardır.

Buna ek olarak, biyometrik sistemlerin "False Positive" (Yanlış Eşleşme) ve "False Negative" (Eşleşmeme) oranlarındaki algoritmik önyargılar (algorithmic bias) da meselenin sosyolojik boyutunu derinleştirmektedir; zira literatürdeki pek çok çalışma, yüz tanıma algoritmalarının etnik köken, cinsiyet veya yaş gruplarına göre farklı hata payları verdiğini, özellikle azınlık gruplarda veya belirli yüz hatlarına sahip bireylerde sistemin daha sık hata verdiğini kanıtlamıştır, bu da bankacılık gibi evrensel erişim gerektiren bir hizmette, teknolojinin bizzat kendisinin bir "ayrımcılık aracı"na dönüşmesi riskini doğurur ki sırf o gün ışık yetersiz diye veya gözlük taktığı için, ya da yaşlı olduğu için elleri titrediğinden parmak izi okuyucusu çalışmayan bir bireyin kendi parasına erişememesi, teknolojinin insan hayatını kolaylaştırma vaadinin iflas ettiği noktadır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, biyometrik verinin sızdırılması durumunda devreye girecek olan hukuki yaptırımların caydırıcılığı da tartışmalıdır; KVKK Kurul Kararları incelendiğinde, veri ihlali yapan kurumlara kesilen idari para cezalarının, bankaların yıllık kârları yanında "çerez parası" (de minimis) kaldığı ve bu cezaların kurumsal davranış değişikliği yaratmaktan ziyade "işletme maliyeti" olarak bilançoya yansıtıldığı görülmektedir, dolayısıyla bireyin ömür boyu taşıyacağı bir güvenlik riski (yüzünün çalınması) ile kurumun ödeyeceği cüzi miktar arasındaki bu asimetri, sistemin neden biyometrik veriye bu kadar iştahla saldırdığının ekonomik kanıtıdır...


Finansal Gözetim ve Biyometrik Çıkmaz: Ontolojik Bir Güvenlik Analizi (Bölüm 1)


Finansal kapitalizmin dijitalleşme süreciyle birlikte evrildiği ve bankacılık pratiklerinin "kullanıcı deneyimi" (UX) fetişizmi altında yeniden kurgulandığı günümüz konjonktüründe, biyometrik doğrulama teknolojilerininyüz tanıma, retina tarama, ses imzası ve parmak izi gibi— rutin para transferlerine (IBAN işlemleri) entegre edilmesi meselesi, salt teknolojik bir inovasyon veya pratik bir kolaylık olarak değil, bilakis bireyin mahremiyet alanına yönelik tarihin gördüğü en sofistike ve telafisi gayrimümkün "dijital kuşatma" harekatı olarak okunmalıdır; zira güvenlik mimarisinin epistemolojik temellerine inildiğinde, bir güvenlik protokolünün güvenilirliği onun "yenilenebilirlik" kapasitesiyle doğru orantılıdır ki bu temel aksiyom üzerinden düşünüldüğünde, parolanın ifşası durumunda değiştirilebilir olması veya kaybedilen bir donanımsal anahtarın (token) iptal edilip yenisiyle ikame edilebilmesi yetisi, sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan yegane mekanizmadır, oysa biyometrik veriler insanın biyolojik varoluşunun "sabit" ve "değiştirilemez" yapıtaşlarıdır ve bu verilerin bir kez siber saldırganların eline geçmesi durumunda —ki hiçbir dijital sistemin mutlak sızdırmazlık (impenetrability) vaadinde bulunamayacağı, en güvenli addedilen devlet veritabanlarının dahi hacklendiği bir çağda teknik bir realitedir— bireyin dijital kimliğinin geçici bir süre için değil, ebediyen ve geri döndürülemez bir biçimde "kompromize" edilmesi, yani bir daha asla kapatılamayacak bir güvenlik deliğinin açılması sonucunu doğurur, bu da alınan hizmetin (basit bir para transferi) niteliği ile göze alınan riskin (ömür boyu sürecek kimlik hırsızlığı) boyutu arasında akıl almaz bir "orantısızlık" (disproportionality) yaratmaktadır.

Meseleyi biraz daha derinleştirip siber güvenlik literatüründeki "Something you have" (Sahip olduğun şey: Kart/Telefon), "Something you know" (Bildiğin şey: Parola) ve "Something you are" (Olduğun şey: Biyometrik veri) ayrımı üzerinden irdelediğimizde, bankaların maliyetleri düşürmek ve operasyonel hızı artırmak adına en mahrem ve en savunmasız kategori olan "Something you are" katmanına bu denli yüklenmesi, aslında güvenliği artırmaktan ziyade, bir dolandırıcılık vakası yaşandığında ispat yükümlülüğünü (burden of proof) tamamen müşteriye yıkarak kurumsal sorumluluktan kaçma stratejisinin bir tezahürüdür; nitekim geleneksel dolandırıcılık vakalarında müşteri "Şifremi ben vermedim, sisteminizden çalınmış" savunmasını yapabilirken, işlemin biyometrik onayla yapıldığı bir senaryoda bankanın "İşlemi yüzünüzle/parmağınızla onaylamışsınız, bu veriyi taklit etmek imkansızdır, dolayısıyla sorumluluk sizdedir" şeklindeki savunması, müşteriyi hukuki açıdan çaresiz bırakan ve teknik olarak yanlışlanması çok zor olan bir "fait accompli" (oldu bitti) durumu yaratmaktadır, fakat işin aslı hiç de bankaların iddia ettiği gibi değildir çünkü teknolojinin diyalektik ilerleyişi, düne kadar "taklit edilemez" addedilen biyometrik verileri bugün Deepfake (Derin Sahte), GAN (Generative Adversarial Networks) ve sentetik medya üretim araçları marifetiyle, bireyin fiziksel mevcudiyetine dahi gerek duymadan manipüle edilebilir birer "emtia" haline dönüştürmüştür ve internette dolaşan yüksek çözünürlüklü fotoğraflarınızdan, sosyal medyadaki videolarınızdan veya ses kayıtlarınızdan yola çıkarak oluşturulan "dijital ikizler", en gelişmiş "liveness detection" (canlılık algılama) sensörlerini dahi atlatabilecek kapasiteye ulaşmıştır.

Bu bağlamda, biyometrik verinin "biricikliği" (uniqueness) argümanı çökmüş, yerini "kopyalanabilir biyolojik imza" gerçeğine bırakmıştır ki bu durum, bizi panoptikon benzeri bir gözetim toplumuna doğru sürüklemekle kalmayıp, aynı zamanda finansal sistemin güvenliğini paradoksal bir biçimde zayıflatmaktadır, çünkü bir hackerın parolanızı çalması için aktif bir eylemde bulunması (phishing, keylogging vb.) gerekirken, yüz verinizin çalınması için sosyal medya hesabınıza bakması veya halka açık bir alanda yüksek çözünürlüklü bir kamera tarafından kayda alınmanız yeterlidir, yani saldırı yüzeyi (attack surface) dramatik bir biçimde genişlemiştir ve bu genişleme, kullanıcının kontrolü dışında gerçekleşen pasif bir süreçtir. Dahası, bu verilerin saklanma koşulları tam bir "kara kutu" (black box) muammasıdır; bankaların veya aracı kurumların sunucularında tutulan bu hassas verilerin hangi şifreleme algoritmalarıyla (AES-256, Hash, Salt vb.) korunduğu, bu verilerin ham haliyle mi yoksa matematiksel bir şablon (template) olarak mı saklandığı, üçüncü taraf (third-party) işleyicilerle paylaşılıp paylaşılmadığı ve en önemlisi, bu veritabanlarının "master key" (ana anahtar) niteliğindeki yapısının içeriden gelebilecek tehditlere (insider threats) karşı ne kadar dayanıklı olduğu konuları, son kullanıcı nezdinde tam bir belirsizlik teşkil etmektedir, ki tarihteki büyük veri sızıntılarına (Equifax, Yahoo, yerel nüfus idaresi sızıntıları) bakıldığında, merkezi veritabanlarının her zaman cazip bir hedef olduğu ve "toplanan her verinin eninde sonunda sızacağı" yönündeki siber güvenlik yasasının biyometrik veriler için de geçerli olduğu yadsınamaz bir hakikattir.

Hal böyleyken, eldeki mevcut teknolojiler arasında rüştünü ispat etmiş, denetlenebilir, yönetilebilir ve en önemlisi bir kriz anında müdahale edilebilir (revocable) olan OTP (Tek Kullanımlık Şifre), TOTP (Zaman Bazlı Tek Kullanımlık Şifre), FIDO2 tabanlı donanımsal anahtarlar veya mobil imza gibi asimetrik şifreleme yöntemleri mevcutken; bankaların ve finansal otoritelerin biyometrik doğrulamayı bir "zorunluluk" veya "vazgeçilmez bir standart" olarak dayatması, rasyonel akılla ve risk yönetimi prensipleriyle bağdaşmayan, tamamen "tekno-çözümcülük" (techno-solutionism) ideolojisinin bir ürünüdür ve bu ideoloji, her türlü toplumsal ve güvenlik sorununu teknolojik bir "yama" ile çözebileceğini varsayarak, sorunun kökenindeki asıl parametreleri (veri minimizasyonu ilkesi, mahremiyet hakkı, unutulma hakkı) görmezden gelmektedir...


11 Kasım 2025 Salı

Dijital Paranın Görünmeyen Bedeli: Nakit Kraldır, Ama Tacı Tehlikede mi?


Dürüst olalım, sabah kahvenizi alırken saatinizi veya telefonunuzu okutup geçmek müthiş bir kolaylık. Bozuk para derdi yok, "üstü kalsın" hesabı yok. Teknoloji bize öyle bir konfor alanı yarattı ki, nakit paranın o kendine has kokusunu ve cüzdandaki ağırlığını neredeyse unuttuk. Ama işin aslı şu ki, bu dijital rüyanın henüz tam olarak idrak edemediğimiz, hatta bazen akademik çevrelerde bile yeterince yüksek sesle tartışılmayan karanlık bir yüzü var.

Finansal teknolojilerin, nam-ı diğer "fintech"in, hayatımızı kolaylaştırdığı bir gerçek. Ancak tamamen dijitalleşmiş bir para sistemine doğru koşar adım giderken, neleri feda ettiğimizin farkında mıyız? Bu sadece bir alışkanlık meselesi değil; özgürlük, mahremiyet ve toplumsal dayanıklılık meselesi. Gelin, teknik terimlere boğulmadan ama meselenin ciddiyetini de elden bırakmadan, neden dijital paraya tamamen teslim olmamamız gerektiğine biraz daha yakından bakalım.

Panoptikon Hapishanesi: Cüzdanınızdaki Göz

"Gözetim kapitalizmi" terimini daha önce duymuşsunuzdur. Hani şu internette bir ayakkabıya baktıktan sonra haftalarca o ayakkabının reklamının peşinizi bırakmaması durumu. Şimdi bu mekanizmanın sadece reklam için değil, tüm finansal hayatınız için çalıştığını hayal edin.

Nakit para anonimdir. Bir simit aldığınızda, simitçiyle sizin aranızda kalır. Ne banka bilir, ne devlet, ne de o verileri işleyen üçüncü parti şirketler. Oysa dijital her işlem, arkanızda silinmez bir iz bırakır. Sabah kaçta nerede olduğunuz, ne yediğiniz, hangi gazeteyi okuduğunuz, hatta siyasi eğilimlerinize dair ipuçları veren bağışlarınız... Hepsi kayıt altında.

Akademik bir perspektiften bakarsak, bu durum mahremiyetin sonu anlamına geliyor. Veri, yeni petroldür derler; ama bu senaryoda petrol kuyusu biziz. Finansal verileriniz, kim olduğunuzun en dürüst özetidir. Bu verilerin merkezileşmesi, bireyi devletler ve şirketler karşısında şeffaf, savunmasız bir hale getirir. "Saklayacak bir şeyim yok" diyebilirsiniz. Peki ya günün birinde, tamamen yasal olan bir harcamanız, değişen bir politik iklimde "şüpheli" sayılırsa? Dijital parada "unutulma hakkı" yoktur.

Fişi Çektiklerinde Ne Olacak?

Teknolojik sistemler mükemmel değildir. Hepimiz yaşadık bunu; bankanın mobil uygulaması çöker, POS cihazı bağlantı hatası verir ve o an eliniz kolunuz bağlanır. Şimdi bu senaryoyu ulusal veya küresel ölçekte düşünün.

Tamamen dijital bir ekonomi, elektriğe ve internete göbekten bağlıdır. Doğal afetler, siber saldırılar veya basit bir altyapı arızası, tüm ekonomiyi felç edebilir. Nakit para ise "çevrimdışı" çalışır. En kötü felaket senaryosunda bile, cebinizdeki kağıt para işlevini korur.

Dijital sistemler doğası gereği kırılgandır. Karmaşıklaştıkça, hata payları artar. 2024 yılında yaşanan küresel yazılım krizlerini hatırlayın; uçaklar kalkamadı, hastaneler durdu. Aynı şeyin para sisteminin tamamına olduğunu düşünmek bile ürkütücü. Nakit, bu tür sistemik risklere karşı toplumun sigortasıdır. Onu devreden çıkarmak, arabayı yedek lastik olmadan uzun yola sürmeye benzer.

"Programlanabilir Para" Kâbusu

Merkez Bankası Dijital Para Birimleri (CBDC'ler) şu sıralar hükümetlerin yeni gözdesi. Kulağa hoş geliyor değil mi? Devlet güvencesinde dijital para. Ancak burada "programlanabilir para" diye bir kavram devreye giriyor ki, işte burası tüyleri diken diken etmeli.

Programlanabilir para, paranın nasıl, nerede ve ne zaman harcanabileceğine dair kuralların paranın kendisine kodlanması demektir. Bir senaryo düşünelim: Hükümet, ekonomik durgunluğu aşmak için vatandaşlara dijital para yardımı yapıyor. Ama bu paraya bir "son kullanma tarihi" koyuyor. "Bu parayı 30 gün içinde harcamazsan, cüzdanından silinecek" diyor. Bu artık sizin paranız mıdır, yoksa devletin size kullanmanız için verdiği bir kupon mu?

Ya da daha distopik bir örnek verelim; karbon ayak iziniz o ayki kotayı doldurduğu için et ürünleri satın almanızı engelleyen bir dijital cüzdan. Kulağa bilim kurgu gibi gelse de, teknolojik altyapı buna müsait. Dijital para, paranın mülkiyetini elimizden alıp, onu bir "kullanım lisansına" dönüştürme riski taşıyor.

Herkes Aynı Gemide Değil

Teknoloji dünyasının ışıltılı plazalarından bakınca herkesin elinde son model bir akıllı telefon, her yerde fiber internet var sanabilirsiniz. Ama gerçek hayat böyle değil. Dijital uçurum, toplumun derin bir yarası.

Yaşlılar, teknolojiye erişimi kısıtlı olan dar gelirliler, kırsal kesimde yaşayanlar... Nakit parayı ortadan kaldırmak, bu insanları finansal sistemin dışına itmek demektir. Bir teyzenin torununa bayram harçlığı vermesi için bir uygulama indirmesini, iki faktörlü kimlik doğrulamasını geçmesini bekleyemeyiz. Bu sadece zorluk değil, aynı zamanda bir tür sosyal dışlanmadır. Nakit, herkesin katılabileceği en kapsayıcı ekonomik araçtır; çünkü kullanmak için ne şarj aletine ne de Wi-Fi şifresine ihtiyacınız vardır.

Kontrol Kimde?

Sonuç olarak mesele dönüp dolaşıp özerkliğe geliyor. Cebinizdeki fiziksel para, size ait bir güçtür. Bankada duran dijital rakamlar ise, teknik olarak bankaya aittir; siz sadece alacaklısınızdır. Aradaki farkı, bankalar bir kriz anında para çekme limitlerini düşürdüğünde veya hesabınıza "şüpheli işlem" gerekçesiyle bloke konduğunda anlarsınız.

Dijitalleşmeye karşı değiliz, yanlış anlaşılmasın. Blockchain teknolojisinin getirdiği yenilikler veya fintech uygulamalarının hızı muazzam. Ancak seçeneklerimizi teke indirmek, yani nakdi tamamen tedavülden kaldırmak, bizi kendi yarattığımız bir sistemin esiri yapabilir.

Biraz paranoyakça mı geliyor? Belki. Ama tarih, gücün merkezileştiği her senaryonun, bireyin özgürlük alanını daralttığını defalarca göstermiştir. Dijital para, bu merkezileşmenin zirve noktasıdır.

Bu yüzden, bir dahaki sefere kahvenizi alırken, belki de o bozuk paraları kullanmak iyi bir fikirdir. Sadece nostalji için değil, küçük bir özgürlük eylemi olarak. Çünkü nakit para sadece kağıt ve metal değildir; o, sistem fişi çektiğinde bile ayakta kalabilme yeteneğimizdir. Ve dürüst olmak gerekirse, bu yeteneği kaybetmeyi göze alamayız.

9 Ekim 2025 Perşembe

Docker MCP Tool


Docker MCP Toolkit, geliştiricilerin AI uygulamaları ve akıllı agentler için MCP (Model Context Protocol) sunucularını kolayca kurmasını, yönetmesini ve çalıştırmasını sağlayan yeni bir Docker Desktop özelliğidir. Bu araç, MCP sunucularını izole edilmiş Docker konteynerlerinde güvenli ve basit biçimde çalıştırır, entegrasyon ve güvenlik sorunlarını ortadan kaldırır.docker+3

Temel Özellikler

  • Farklı yapay zeka platformlarıyla (Claude Desktop, Cursor, Continue.dev, Gordon, VS Code Copilot Agent gibi) direkt uyumlu çalışır.docker+2

  • Docker MCP Catalog sayesinde, Docker Desktop üzerinden 200+ hazır MCP sunucusunu tek tıklama ile kurup yönetebilirsiniz.docker+1

  • Her MCP sunucusu, konteynerde OpenAPI spesifikasyonu, güvenli varsayılan yapılandırma ve OAuth tabanlı kimlik yönetimiyle çalışır.docker+1

  • Sunucular arası izole çalışma ortamı sağlar ve API anahtarları gibi gizli bilgiler Docker Desktop’ın “secrets management” ile güvenli saklanır.github

  • Kolayca sunucu başlatma, yönetme ve takibi sağlar: İsterseniz CLI (docker mcp) üzerinden de kullanabilirsiniz.dev+1

Kurulum ve Kullanım

  • Docker Desktop’un MCP Toolkit özelliğini etkinleştirmeniz gerekir.

  • MCP sunucusunu katalogdan seçip, gerekli API anahtarlarını girerek başlatabilirsiniz (ör: GitHub, Notion, Obsidian gibi sunucular için tek seferlik kurulum).docker

  • “docker mcp” CLI aracı ile katalogda bulunan sunucuları listeleyebilir, inceleyebilir ve çalıştırabilirsiniz.github+1

  • Kendi MCP sunucunuzu, toolkit CLI ile başlatmak için:

    • npm install -g @docker/mcp-toolkit

    • mcp init my-app

    • cd my-app

    • mcp run

  • Gelişmiş entegrasyon ve agent bağlantısı için MCP Gateway’i başlatırsınız:

    • docker mcp gateway run.docker

Kullanım Alanları ve Avantajları

  • Agent tabanlı işler (chatbot, otomasyon, veri analizi) için hazır şablon ve araçlar.docker+1

  • Güvenli ve izole çalışma ortamı, minimum manuel kurulum.docker+1

  • VS Code ve Copilot Agent ile doğrudan entegrasyon ve otomatik olarak kod tabanındaki MCP server araçlarına erişim.docker

  • AI destekli kod yazımı, otomasyon, CI/CD, Github Issue yönetimi gibi pratik örnek akışlar ve entegrasyonlar.docker+1

Docker MCP Toolkit, AI tabanlı konteyner ve agent iş akışları için modern, güvenli ve hızlı bir çözüm sunar.dev+3

  1. https://docs.docker.com/ai/mcp-catalog-and-toolkit/toolkit/
  2. https://www.docker.com/products/mcp-catalog-and-toolkit/
  3. https://www.docker.com/blog/mcp-toolkit-mcp-servers-that-just-work/
  4. https://github.com/docker/mcp-gateway
  5. https://www.docker.com/blog/mcp-toolkit-and-vs-code-copilot-agent/
  6. https://www.docker.com/blog/introducing-docker-mcp-catalog-and-toolkit/
  7. https://dev.to/docker/docker-mcp-catalog-toolkit-building-smarter-ai-agents-with-ease-408c
  8. https://www.reddit.com/r/mcp/comments/1kyx52h/thoughts_on_docker_mcp_toolkit/
  9. https://www.youtube.com/watch?v=6I2L4U7Xq6g

16 Haziran 2021 Çarşamba

Windows 11 İlk İzlenimler

 Dün elde ettiğimiz geliştirici sürümünü kurup sanal bilgisayarda testini yaptım. Gayet başarılı bir şekilde kurulum tamamlandı. Öncelikle Windows 10 lisansınız ile kurulumu yapabilmektesiniz. Görsel açısından Mac işletim sistemine benzetilmiş olsa da hız ve kullanım kolaylığı olarak biraz daha iyileştirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Windows 10 20H2 güncellemesi ile ram kullanımında kayda değer bir iyileştirme gördükten sonra Windows 11'de de benzer etkiyi gördüğümüzü söyleyebiliriz. 

Görseller ve detaylar için : Windows 11 leak reveals new UI, Start menu, and more - The Verge

7 Haziran 2021 Pazartesi

Python Requirements.txt


Python ile kodlama yapıyorsanız ve birden fazla dosyada birçok library kullanıyorsanız ve proje bitiminde oluşturacağınız equirements.txt dosyasına içerisine bu kütüphaneleri ve versiyonlarını gitmek zamanınızı alabilir. İşte bu noktada başka bir kütüphane yardımımıza yetişiyor. Adı ise pipreqs.

pip install pipreqs ile kurulumunu yaptıktan sonra şu şekilde kullanabilirsiniz:

pipreqs Proje_Dizininizin_yolu

Örnek: pipreqs --encoding=utf8 C:/Projeler/Pipreq --force

Yukarıdaki komutu incelediğimizde --encoding ile karakter kodlamasını belirtiyoruz, arkasından proje dizinimizi belirtiyoruz. Son olarak ta --force parametresi ile eğer hali hazırda requirements.txt dosyanız varsa içerisine yazması için belirtilmelidir.


16 Mart 2021 Salı

Windows Server Lisans Key

 Windows Key'ini yenilemek için veya atamak için arayüze erişiminizin bulunmadığı durumlar için komut satırından bu işlemi gerçekleştirebilirsiniz. Bu işlem için aşağıdaki adımları takip etmeniz gereklidir.


1. Önce komut satırını açıyoruz ardından şu komutu giriyoruz.:

cscript.exe c:\windows\system32\slmgr.vbs -upk

2. Hemen ardından keyimizi gireceğimiz komutu çalıştırıyoruz.

cscript.exe c:\windows\system32\slmgr.vbs -ipk Lisans Key'iniz

3. En son işlem olarak windowsu aktive etmeyi unutmuyoruz.

cscript.exe c:\windows\system32\slmgr.vbs -ato

Eğer domain ile eşleştirecekseniz aktivasyon komutundan önce aşağıdaki betiği çalıştırmanız gereklidir.

cscript.exe c:\windows\system32\slmgr.vbs -skms alanadiniz.com.tr

Bütün işlemler bu kadar artık aktivasyon başarılı yazısından sonra işinize geri dönebilirsiniz....


Paylaş

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites